Güncel Başlıklar:
Ana Sayfa » , , , » Anadolu ve Mezopotamya Mitoloji ve Uygarlıklarında Kadın

Anadolu ve Mezopotamya Mitoloji ve Uygarlıklarında Kadın

Unknown 30 Mayıs 2014 Cuma 02:46

  

Anadolu ve Mezopotamya Mitoloji ve Uygarlıklarında Kadın 

lnsanlar, herşeyden önce ortaya çıktıkları toplumsal ve kültürel ortamın ürünüdürler. Bu nedenle, insanlığın uygarlığa geçmesiyle birlikte ortaya çıkan mitolojilerde, kadın-erkek ilişkisi, bir başka deyişle karşı cins ilişkileri ve kadının toplum içindeki yeri ve konumu, o dönemin üretim ilişkileri ve gelenek, görenek, inanç gibi kültürel yapılanmasıyla ilgilidir. 

O dönemlerde ortaya çıkan mitolojilerde, tanrıların kadın ve erkek olması, bize kadının toplum içindeki statüsü konusunda önemli bir ipucu vermektedir. O dönem Demeter, Afrodit, Pyske, Atena, İsis, Hera, Arura, İştar, Nut gibi birçok kadın tanrıça bu uygarlıklarda yer alırlar. Bu mitolojilerde kadın, doğurganlığından ve insan soyunu devam ettirmesinden dolayı bereket tanrıçası olarak kutsanmıştır. Mezopotamya’da bereketin simgesi olan kadın tanrıça İştar iken, Mısır’da İsis, Yunan’da Demeter, Roma’da Venüs’tür. Görüldüğü gibi dört uygarlıkta da kadın, adları değişse de bereket tanrıçası olarak kutsanmaktadır. 

Kuşkusuz kadının kutsandığı alan yalnızca bereketle de sınırlı değildir ve bilgelikte de kadına önemli bir statü verilmiştir. Mezopotamya’da bilgelik tanrıçası Nebu iken, Mısır’da Thof, Yunan’da Atena, Roma’da bu tanrıça Minerva’dır. 'Kadın, hem üretim hem de yaratma özelliğinden dolayı o dönemin sosyal ve siyasal yaşamında farklı biçimlerde ve değişik özellikleriyle etkinlik kazanmıştır. ' (1) 

Bu nedenle, bu uygarlık ve mitolojilerde bereket ve bilgelik sıfatlarından başka kadına yaratıcılık tanrısı işlevi de verilmiştir. Mezopotamya’da bu Anu iken, Mısır’da Ptah, Yunan’da Demeter’dir. Ay ile özdeşleştirme sonucu kadına verilen sıfatlardan biri de ay tanrılığıdır. Yine ev içindeki işlevi ve çocukların yetiştirilmesindeki hüneri dolayısıyla kendisine çeşitli 

tanrılıklar izafe edilen kadın, fiziki güzelliği dolayısıyla da mitolojilerde tanrıçalık mertebesine ulaşır. Aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit bunun bilinen yaygın örneğidir. 
Çok tanrılı dinlerin egemen olduğu bu uygarlıklarda hemen her misyonun tanrıları ve tanrıçaları vardır. Konumuzu öncelikle ilgilendiren Mezopotamya’ya baktığımızda, üsttekilere ek olarak su tanrıçası Anahita, Suriye tanrıçası Atargadis, yeraltı tanrıçası Ninmah, Mari’de tapınılan tanrıça Ninni-Zaza, ekin ve yazı tanrıçası Nisaba, Elam tanrıçası Şimut bunlardan bazılarıdır. (2) 

Anaerkil toplum yapılarının egemen olduğu bu dönemden ataerkil topluma geçişle birlikte, kadınların önceki konumunu kaybettiklerini görüyoruz. Mülkiyet ilişkilerinde erkeğin başat güç haline gelmesiyle, kadın eski konumunu kaybederek tanrılıktan giderek mülk durumuna dönüşüyor. Bu aşamada, kadınların iyiliğin ve güzelliğin sembollüğünden çıkarılıp kötülüğün sembolüne dönüştürülmesi ilginçtir. Bizzat erkek tanrılar eliyle kadın, kötülüğün gelişiminin kaynağı olarak sunulur. Batı mitolojilerinde Pandora, Doğu mitolojilerinde Havva efsaneleri, kadının konumunun sarsılmasının ilginç örnekleridir. İşte kadının aleyhine gelişen bu yeni anlayış, tek tanrılı dinlerde kadının günahkâr olarak görülmesine vesile olur. 

Bu bir bakıma, egemen sınıfların, ezilenlere karşı yürüttükleri mücadelede kadını bir araç olarak kullanmalarıdır. Yukardaki iki örnekte de görüldüğü gibi kadın, kötülüklerin temsilcisi ve yayıcısı olarak insanlığa benimsetilmiştir. 'Kadının bu derece düşürülmesi ve aşağılanması, erkek otoritesinin egemen olmasının bir sonucudur. İlk başlarda ’ana tanrıça’ mertebesinde olan kadın, çelişkilerin birliğini ve her an birbirine dönüşebilme potansiyellerini temsil ederken, daha sonraki süreçte, kötülüklerin kaynağı ve yayıcısı konumuna getirilmiştir. ' (3) 

Uygarlığın gelişmesi ve ilk devletlerin ortaya çıkmasıyla, kadının 'ana tanrıça' rolü önemini yitiriyor ve erkeğin egemenliği ön plana çıkıyor. Kuşkusuz bunda, sınıflı topluma geçişin de rolü büyüktür. Kadın, sınıflı topluma geçişle birlikle eski konumunu yitirerek, emek ve cins sömürüsüne maruz kalıyor. 

Eski Anadolu ve Mezopotamya kadını üstüne yapılan araştırmalar, bundan 4000 yıl önce kadının statüsünün birçok açıdan bugünkünden daha ileri düzeyde olduğunu gösteriyor. Konuya ilişkin araştırmalar, 'MÖ 2000’li yıllarda kadınların dini, ticari, devlet yönetimi gibi birçok etkinlikte yer aldığını, evlilik ve boşanmada erkeklerle eşit haklara sahip olduğunu, zinada ise koşullara göre kadına ceza verilmediğini ortaya koyuyor'. (4) 

'Hititler’de aile anaerkildir. Aile, ’iki başlı’ aile aşamasından ’tek eşli’ aile aşamasına geçmiştir. ' Anadolu’nun ilk imparatorluğu Hititler’deki sosyal yapı, kadını, kendi anlayışına uygun bir düzeyde yaşatmıştır. Ülkedeki kadın nüfusunun tamamına yakın çoğunluğu çalışan ve çalıştırılan kadın durumundadır. Çanak-çömlek yapımı, dokumacılık, tarım, ev içi uğraşılar genellikle kadının iş sahası ve yükümlülükleri kapsamındadır. Saray ve çevresinde ise bir tavannah (valde sultan) saltanatı vardır. Kraldan sonra en yetkili ve güçlü kimse kralın annesidir. Tavannahlar, saraydaki en güçlü kadınlardır'. (5) 

Gerçekten, tarihsel kalıntılar, Anadolu’da Asur ticaret kolonileri çağında hür kadınların yalnız ev kadını olmayıp, hayatın başka alanlarında ve özellikle ticaret işlerinde erkek gibi rol üstlendiklerini gösteriyor. Bu dönemde Anadolu ve Mezopotamya’da yaşayan kadınlar, kendi başlarına iş hayatına atılıyor ve her çeşit umumi işlemlerde yer alıyordu. Bu dönemde kadın, erkekten aşağı ikinci sınıf vatandaş olarak görülmüyordu. Evlilik kurumunda da, eşler tamamıyla aynı haklara sahipti ve ayrılma durumunda kazanılan mallar eşit bölüşülüyordu. Boşanma yetkisi, her ikisine de tanınıyor ve çocuğun verasetini de anne alabiliyordu. Hitit kanunlarında zina suçu, şartlara göre kadına verilebildiği gibi erkeğe de verilebiliyordu. 

Kadın, ilkin Sümer’de toplumsal anlamda erkekten geri kalmaya başlamış ve giderek de toplumu denetleme ve yönetme egemenliğini erkeğe kaptırmıştır. Ancak, bu egemenliği bırakma, hiç bir zaman Hıristiyanlık ve İslamiyetteki gibi göksel emre dayalı kayıtsız-şartsız bir teslimiyet şeklinde olmamıştır. 

M. S. 3. Yüzyılda ortaya çıkıp, Mezopotamya’nın ve Asya’nın birçok bölgelerine yayılarak evrensel bir din halini alan Manicilik, daha sonra Kürtlerin eski dini Zerdüştlüğü reforme ederek sistemli bir devlet dini haline gelir. Mani felsefesinde kadın -erkek ilişkisi ve kadının konumu tektanrılı dinlerden farklılık gösterir. 'Üretim ve mülkiyetin ortaklığını savunan Mani inanc, kadının mülkiyet aracı olarak görülmesine, cariyelik sistemine ve çok kadınla evlenmeye karşı çıkmıştır.'(6) 

Kaynağını Zerdüşt inancından alan ve kendinden önceki tek tanrılı dinlerin kadın-erkek ilişkilerine bir tepki olarak ortaya çıkan Manicilerin bu anlayışı; her zaman olduğu gibi bu çağda da egemen tektanrılı dinlerin ve egemen sınıfların tepkisini çekmiş ve bu inancın mensuplan, 'kadınlı-erkekli topluca cinsel ilişkide bulunmak, misafirlere kadın sunmak'gibi suçlamalara maruz kalmışlardır. Bu suçlamalar, sonraki yüzyıllarda da aynı topraklarda özellikle heterodoks din ve inanç mensuplarına karşı devam edecektir.. 

Mani dininden 300 yıl sonra çıkan İslamiyet ise, bir yandan kadını tümüyle erkeğe mahkum ederken, bir yandan da üstteki suçlamaları doruk noktasına vardırp, heterodoks dinleri ortadan kaldırmanın gerekçesi yapar. 

Anadolu, Mezopotamya ve İran’da kurulan Selçuklu Devleti, Arap, Acem, Kürt, Ermeni ve Asuri gibi yerli halkların yanısıra, bu topraklara yeni akan Türklerin de izlerini taşıyan karmaşık bir kültürel yapılanma içindeydi. Yalnız yerli halkların egemen sınıfları değil, bu topraklara yeni akan Türk unsurun egemenleri de kadın konusunda İslamiyetin katı kurallarını taşıyordu. Türk Sultanı Alpaslan’ın Veziriazamı Nizamülmülk Siyasetname’sinde kadınlar ve diğer dinsel öğretiler konusunda dile getirdiği olumsuz düşünceler, bu anlayışın ilginç örnekleridir ve bu düşünceler daha sonraki Osmanlı yönetiminin kadınlar ve heterodoks dinler konusundaki olumsuz tutumunun da adeta temelini oluşturur. 

Mehmet Bayrak